Değişim, “var olan sorunları çözmek, zamana uymak, stratejiyi
düzenlemek toplumsal ya da kurum içindeki tıkanıklığı giderme ve
iyileştirme hedefi” olarak tanımlanabilir.
Siyasi makaleler yerine çocukluğumun rüyalarını, derelerini ve dağlarının
resimlerini yapmak, yürekleri yangın yeri aşıkları yazmak isterdim.
Mesela bir roman yazmak isterdim barışla sonuçlanmış çılgın bir savaşın
romanını.
Fakat yaşadığım Cenevre’de Birleşmiş Milletler teşkilatı bulunuyor.
Uluslararası kurumlar ortamında yaşanan yoğun bir diplomasi trafiği. Saldırılar
altında düşe kalka haklarını arayan Kürdlerin hukukunu, diplomasisini
düşünmek, araştırmak ve yazmak benim bir keyif değil bir zorunluluk oldu
aslında.
Öncelikle Kuzeyli Kürtler (Türkiye Parçası) gibi varlığı bile inkâr edilen bir
halkın uzun yıllar savaş yaşaması ve henüz somut bir yasal hak elde edememesi
toplumu adeta savaş yorgunu yapmış. Durmak bilmez şiddet yöntemlerinin
sürmesi dinmez acıların yaşanmasına neden oluyor. Bu acıların sürmesindense
şimdilik birtakım kültürel haklar elde edebilmek ve zamanla bir statüye sahip
olmak hem moral kazandırır hem de asimilasyonu ve göçü önlerdi. Federasyon
ve benzeri statülere karşı olunamaz elbette, çünkü bunlar Kürdler gibi etnik
azınlık olmayan bir halk için ara geçişlerdir. Bu koşullarda öncelik bu şiddet
sarmalından kurtulup nefes almak ve yaşam kaynağımız olan kültürel haklara
sahip olmak yıkıcı savaşın yol açtığı yaraların sarılmasını sağlardı. Fakat her
iktidar Kürdlere karşı ırkçılığı çok daha geliştirip şiddeti artıran bir
mekanizmaya dönüştü.
Parçalı bir ulus olarak bu manipülasyonlara karşı bilimsel ve düşünsel doğuş
sürecimizi, yani Rönesans’ımızı yaratabilecek miyiz? Özgür düşünen,
düşündüklerini özgürce ifade eden bireyler olabilecek miyiz? Bunun nesnel
koşulları için özel bir çabamız olacak mı? Farklı düşünenlere tahammül,
çoğulculuğu ve bilimselliği esas alabilecek miyiz?
Batı’nın özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirdiği üretim ilişkileri ve
demokrat ik çoğulcu yönet im biçimler i , kurumsal ve toplumsal
demokratikleşme, hukuk ve sosyal devletleri olma yolundaki değerlerini
önemseyebilecek miyiz ve bunlardan dersler çıkarabilecek miyiz?
Gönül isterdi ki, halk olarak komşu halklara model olabilecek gelişkin bir
demokrasi yaratalım; fakat kendimizi kandırmayalım. Düşünsel
dayanaklarımız, sosyal kültürümüz, demokrasi bilincimiz buna şimdilik hangi
parçada ne kadar müsait? Elbette bu denli acılar yaşamış Kürdler çoğulculuğu
ve demokrasiyi geliştirmede Ortadoğu’daki komşularından çok daha gelişkin
olacaklardır fakat Batı toplumlarından çok daha gelişkin olmamız şimdilik
mümkün değil fakat Batı’daki demokrasi ve çoğulcu devlet sistemi bir model
olmalıdır.
Efrin ve Kerkük bize çok şey anlatmalı. Kendimizi, düşüncelerimizi,
retoriklerimizi gözden geçirmemizi ve bundan dersler çıkarmamızı sağlamalı.
Hiçbir hukuki dayanağı olmayan, sosyolojik ve antropolojik bir değer de ifade
etmeyen, kadim ulusunu tüm değerleriyle yok sayan ilhakçılarına “Kardeşlik”
gibi kavramlarla politika yapmanın kazandırmadığı özellikle Efrin işgali ile
daha net anlaşılmış olmalı.
Bırakalım devletin resmi görüşünü, solcu, demokrat geçinenlerin önemli bir
kısmıyla konuştuğunda, yazılarını okuduğunda solun hâlâ yetmişli yıllarda
kaldığını, modern dünyanın demokratik hukuk devleti normlarını henüz bilince
çıkaramadıklarını anlarsınız. Bu vaziyet kaçınılmaz olarak aşırı dogmatik ve
şoven bir potansiyel yaratmıştır. Yüksek bir entelektüel birikim ve hümanizma
ile donanmak ve şovenizmi aşmak ise pek kolay görünmüyor. Bu anlamda
gerçek aydınların potansiyeli toplumsal değişim ve dönüşüm için yeterli
gelmiyor.
Ortalama bir Sırp’ın da bilgi dağarcığı bir Kosovalıyı, bir Bosnalıyı anlamaya
yetmezdi çünkü yılların özel savaş aygıtları insanları o kadar ırkçı önyargılarla
doldurmuş ki artık empati kurmaları bile beklenemez durumdaydı. Efrin
örneğinde görüldüğü gibi işçisinden profesörüne kadar mazlum Kürt halkına
karşı korkunç bir duyarsızlık görülüyor.
Oysa Efrin sınır ötesindeydi. Efrinli Kürdlerin değerleriyle yaşamaya hakları
vardı. Anlaşılmalı ki ülken, yurdun olmadı mı sen de özgür olamazsın!
Birleşmiş Milletlere kayıtlı olamadın mı tapun yok demektir. Tapusu olmayan
arazide ev-bark, barınak yapılamaz “Burası benim yurdumdur” denilemez,
gelen vurur, giden vurur ve hiçbir hak iddia edilemez.
Uluslararası hukuk ve kader tayin hakkı gözetmeden uluslararası düzeyde
ciddiye alınmak mümkün görülmüyor. Bir halkın davası şu ya da bu devletin iç
sorunu olarak görüldüğünde o ülkenin iç sorunu ve demokrasi sorunu olarak
kalır ve Birleşmiş Milletler ve benzeri uluslararası kurumların müdahale hakkı
olmaz. Bu anlamda başka bir ülke kolay kolay başka ülkelerin iç sorunlarına
karışmaz. Yaşanan ya da yaşanacak birtakım kanlı olaylara karşı kınamalarla
yetinilir.
Çünkü dünya parlamentosu niteliğindeki Birleşmiş Milletlere üye değiliz. Sonra
çok tali konularla meşgul ediliyoruz. Mesela biz bir çakı bile üretemeyen bir
toplumuz fakat kapitalizm hakkında dünyanın iki yüzyıl önce tartıştığı
kapitalizmi tartışıyor ya da tartıştırılıyoruz. Çünkü birileri bizi hep başka
şeylerle oyalıyor.
“Halklar kardeş” kavramı kulağa hoş gelen bir kavram fakat uluslararası
hukukta bunun yeri yok. Bu kavram kasabalardaki pazar dilidir. “Kardeşiz
deveni alırım fakat biraz fiyat düşür.” türünden geçerliliği olmayan naif
olgulardır. Uluslararası bir dava uluslararası hukuk ve kavramlarıyla konuşulur.
Sormazlar mı, bu nasıl bir kardeşlik? Kürtler kendi aralarında kardeş
olamamışsa başka halklarla nasıl kardeş olabilir ki? Mesele halkımız olunca “O
kötü, bu kötü” peki biz çok mu iyiyiz? Efrin’de işgal sonrası bile korkunç insan
hakları ihlalleri yaşanıyor, hatta çocuk yaşlardaki kızlar cariye yapılmak üzere
bilinmeyen yerlere kaçırılıyor…
Bunu yapan Türkiye’nin hamilik yaptığı cihatçı çetelerdir ve tüm kurumların ve
partilerin desteğini alınarak yapıyorlar bu vahşetleri. Sonra Güney Kürdistan
düşmanlığını, bazıları da Rojava düşmanlığını yapıyorlar. Televizyon ve
gazetelerimiz sanki bu fesatlık ve düşmanlıklar için kurulmuş. Anladık
eleştirilecek çok yanları var. Fakat bu dünyada Kürdistan denilen bir yer varsa,
binlerce Kürtçe okullarda Kürtçe dersler veriliyorsa, Kürtçe dilinde
üniversiteler kurulmuş ise ve biz ise kırk yılda anadile de bir kreş hakkına bile
sahip olamadıysak, onlara biraz saygı bile duymuyorsak hani bu denli
aşağılamaya hakkımız var mı acaba? Aynı yaklaşım Rojava için gösteriliyor.
Oysa zor bela kazanılmış coğrafyalarımızı korumalıyız. Hiçbirisi hatasız değil
elbette fakat en azından birlik hatırına biraz temkinli olabilsek ya da onların
sahip olduğu konuma bizim de sahip olabilme çabamız olsa. Dile kolay
Rojava’da 11 bin şehit veriliyor. Demek ki bu kadar kolay değilmiş. Bize biat
etsinler istiyoruz. Peki, samimiyetimiz ve demokratlığımız bu kadar mı? Türk
devletinden kardeşlik istiyoruz ve hatta bu yönlü çok da ısrar ettik derken sonuç
Erfin mi olmalıydı? Kuşkusuz hatalar kaçınılmazdır fakat birtakım zaaflarımız
üzerinden parçalar arası düşmanlık yaratmaya hakkımız olmamalı.
Rojava yoğun bir saldırı ve tehdit altında. Güneyliler de İran tehdidi altında.
Oysa sosyolojik gerçeğimize göre Güneyliler kendi sosyal, siyasal ve kültürel
ilişkileriyle var olacaklar ve istesek de istemesek de bunlar ciddi ulusal birer
güçtürler.
O halde bunlarla nasıl bir ulusal ilişki içinde olmalıyız? Şüphesiz onun
içişlerine karışmadan ulusal güç birliğini esas almak daha doğru olanı değil mi?
O halde tarih tekerrür etmesin istiyoruz.
Bu minvalde yazar ve aydınlar o ya da bu partinin mevziinden diğerine ateş
etmek yerine daha yapıcı bir dil bulabilir ve bu güçleri, parçaları ulusal bir
sinerjiye dönüştürmek gayet mümkün.
1 Nisan 2018