Ronidere

MAKALELER


Prof. Dr. İsmet Şerif Vanlı ile Hayatı ve Vasiyetine Dair Bir Söyleyişi


Kürt halkının değerli akademisyen ve diplomatlarından, sürgündeki en önemli
entelektüel hafızalarından, Prof. Dr. İsmet Şerif Vanlı aylarca tedavi gördüğü
İsviçre’nin Lozan Üniversitesi Hastanesi’nde vefat etmişti. 1996 yılında,
zamanında Özgür Politika gazetesi için yaptığım bu röportaj yayınlanınca çok
büyük bir ilgi görmüştü. Saygıdeğer bir ağabeyim, hocam ve dostumdu. O’dan
çok şey öğrendiğimi itiraf etmeliyim ve anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Prof, Dr. Vanlı vasiyetinde Amed’de gömülmek istediğini; Türk Dış ve İçişleri
Bakanlıklarına bir mektup yazarak vasiyetinin engellenmemesini istemişti
ancak 2011 yılında vefat edince Türk devleti Vanlı’nın Amed’e defnedilmesini
engellendi.
Şam, Fransa ve ABD’de eğitimini sürdüren Vanlı 1948 yılında Lozan’da hukuk
eğitimini tamamladı. KDP ve İKDP’ye Avrupa diplomasi sorumluluğu
düzeyinde misyon sahibi oldu. Vanlı, 1995 yılında kurulan Sürgünde Kürdistan
Ulusal Kongresi’ne başkanlık yaptı. Vanlı, eşi Carmen ve oğlu Siyabend ile
uzun yıllardan beri Lozan’da yaşadı, tarih hocalığı ve hâkimlik yaptı.


Hocam, okurlarımız sizi bilimsel ve siyasal çalışmalarınızla tanır, bu
söyleyişimizde çocukluk ve gençlik yıllarınız ve aile yaşamınızla başlayalım
istiyorum.

1924 yılında Şam’da Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bir semte dünyaya
geldim. Babam Muhammed Şerif Vanlı ile annem Xeriye tanınmış birer aşiret
çocuklarıydı. Bu semte en az bin yıldan beri Kürtler yaşamaktaydı. Çünkü
Prens Selahattin Eyyübi’nin makberi de orada. O semtte bir de Tarihi bir Kürd
okulu vardı. Özenle kesme taşlardan inşa edilmiş tarihi bu binanın ön
cephesinde Kürt Selahattin Eyyubi’nin bacısı olan Adra Xatun’n ismi yazılı.
Şam’ın bu Kürt semtine dedem Şerif Vanlı Van’dan gelip yerleşmiş. Bizim bu
semtte gelen her aile, ilkin gelen dedesinin ismiyle tanınır ve genelde o ilk isim
soyadı olarak kalırdı. Bundan dolayı bize de Şerif Vanlı ailesi denir. Babam
1899 yılında Şam’da dünyaya gelmiş ve orta öğrenimini 1916 yılında bitirip
müftülüğü okumak isterken Birinci dünya Savaşı koşullarında Osmanlılar
gençleri zorunlu olarak askere aldıklarında babam da er olmaktansa subay
olmayı tercih etmiş. Osmanlılar onu İstanbul Subay Okulu’na göndermişler.
Babam okulu bitirdikten sonra bazı alanlarda isteksiz birtakım görevler yapmış.
Kısa bir süre sonra da subaylıktan ayrılmış. Ben de ilk ve orta öğrenimimi
Şam’da bitirdim. Bu arada iyi Fransızca ve İngilizce öğrenmiştim. Daha sonra
Amerikan Mühendislik okuluna kaydımı yaptırdıktan sonra bir süre okudum
fakat mühendisliğin bana göre olmadığını anladım ve ayrılarak Fransızca
siyasalı bitirdim. Okumayı çok seviyordum, dolayısıyla o düzeyle yetinmedim.
1948’de İsviçre’ye gelerek Cenevre’de tarih bölümünü, Lozan’da hukuku
bitirdim. Böylece üç ayrı üniversiteden diploma almış oldum.

O yıllarda İsviçre’de sizden başka Kürt öğrenciler var mıydı?

Benim çok samimi olduğum rahmetli Nurettin Zaza vardı. Lozan’da pedagoji
okuyordu. Ve yine Suriye Kürtlerinden Muhammed Madini vardı.

Nureddin Zaza’yı anmışken biraz anlatır mısınız?

Nureddin benden beş-altı yaş büyüktü. O’nu Şam’dan tanırdım. Babası
Elazığ’dan Şam’a sürgün edilmiş yurtsever bir aileydiler. İsviçre’de tekrar
karşılaşınca ikimiz daha çok samimi olduk. Kardeş gibiydik. Beraber çok güzel
anılarımız oldu. Sohbetlerimizin çoğu ülke ve halkımızın üzerineydi. Buralarda
neler yapabileceğimizi tartışırdık. Sürüp giden yıllar zarfında beraber bazı
şeylerde yaptık, Özellikle Kürtlerin dramını dünyaya duyurmak ve bir
duyarlılık oluşturmak için, diplomatik faaliyetlerden tutalım yabancı dillerde
dergi çıkarmaya kadar… Nureddin ölünceye kadar hep özgür bir Kürdistan
özlemi ile yaşadı, büyük bir yurtseverdi. Hatırladıkça içim burkulur, çok şey
tasarladık gücümüz yetiğince bir şeyler yapmaya çalıştık. Tabii ki elimizden
çok şey gelemezdi. Dönem dönem KDP gibi ulusumuzun kurtuluşu için
dağlarda kıt kanaat imkânlarla direnen hareketlere gücümüz oranında destek de
sunardık. Nureddin’in bir diğer özelliği, Kürt dilini ve kültürünü çok biliyor,
seviyor, her yerde adeta yaşıyor olmasıydı. Velhasıl çok değerli bir insanımızdı,
Kürd halkının bir aydın şahsiyeti olarak bizi erken terk etti.

Sizin çocukluk yıllarınızda Şam’da Kürtlerin farklı örgütlenmeleri var
mıydı?


Elbette… Hoybun örgütünün kurucuları, sempatizanları vardı. Celalettin
Bedirxan o dönem Şam’daydı. Halk arasında saygınlığı olan bir kişilikti.
Kamuran Beg, Memduh Selim, Xadi Beg, Cemil Paşa ve benzeri gibi birçok
Kürt şahsiyeti hatırlıyorum. Daha yeni yeni genç olmaya başlarken bu Kürt
şahsiyetlerini arkadaşlarımıza ideal kişilikler olarak görüp, büyüyünce onlar
gibi olmak istiyorduk, onlar bizim idollerimizdi. Kamuran Bedirxan ile ilgili
epey ilişkilerim oldu. O Beyrut’a yerleşince ben de bir ara Beyrut’ta okula
devam ettim. Yıl 1945-46 idi. O yıllarda medya alanında radyonun büyük bir
önemi vardı. İkinci dünya savaşı koşullarıydı. Müttefiklerin Beyrut’tan da yayın
yapan uluslararası güçlü bir radyo stüdyosu vardı. Celalettin Bedirxan da epey
çaba gösterip bu stüdyoda belirli saatlerde Kürtçe yayın yapma izni almıştı.
Bedirxan bu uluslararası yayın yapan radyodan o tatlı Kürtçesi ile oldukça
aydınlatıcı programlar hazırlayıp, sunuyordu. Tabii ki bu imkân Nazilere karşı
propaganda yapma koşulu ile verilmişti, Hoybun Nazilere karşıydı fakat o
zamanki Türk rejimi Nazilere karşı değildi. Beyrut’taki Kürt gençleri ara sıra
Celalettin Bedirxan’ı ziyarete giderdik. O da biz gençlere büyük ilgi göstererek
değer verir, sorularımızı özenle cevaplandırır, bizi aydınlatmaya çalışırdı. Ben
gençken o da babamın yaşlarındaydı. Ben İsviçre’ye yerleştikten sonra, yıl
1959’da Celalettin benim Sorbonne Üniversitesinde Kürt tarihi üzerine ders
vermem için bir haber göndermişti, ben de tabii ki memnuniyetle karşılayıp bir
süre Sorbonne Üniversitesinde Kürt tarihi üzerine dersler verdim.

Celalettin Bedirxan gibi birçok Kürt aydınını dinlemiş tanımış bir olarak
1948 yılında İsviçre’ye gelirken Lozan’da Hukuka başlıyorsunuz. Ancak
Kürdistan Lozan’da parçalanmış. Nasıl duygular yaşadınız?


Evet, iyi hatırlıyorum; Lozan gözümde Kürdistan halkının uluslararası düzeyde
adeta katledildiği bir yer gibiydi. Lozan’a gelir gelmez, Lozan Antlaşması’nın
yapıldığı Chateau d’Ouchy’i ziyaret ettim. Tabii ki Türkiye’nin başını çektiği
manipülasyonla ve uluslararası bir ihanetle Kürt halkı parçalanmıştı. Aslında
Batılılar ısrarla Kürd temsilcilerinin de bulunmasını istemişti, hatta İngilizler
Kürdlere en azında muhtariyet verilmeli gibisinden ısrarları da olmuştu. Bu
anlamda Lozan’ın kent olarak ya da İsviçre olarak bu konferansta içerik
anlamında bir payı yoktur; sadece kararın alındığı bir yerdi Lozan. Oraları
gezerken oldukça duygulandım. Binayı gezdim. Sonra dışarı çıktım. Gençtim
bu ihanete karşı bir nefretim vardı. Dışarıdan biraz seyrettikten sonra binanın
duvarına pipi yapmak geldi içimden. (Gülüşmeler) Başka da neylersin. Kürt
halkının bu trajik konumundan dolayı kendimi hiçbir zaman sorunsuz,
sorumsuz veya rahat hissetmedim. Döneme ve koşullara göre bir şeyler
yapmaya gayret gösterdim. Fransa’da ders verirken, Kürt öğrencilerin birliğini
kurduk. Epey de etkinliklerimiz oldu. 1962 yılında Sayın Mustafa Barzani
bizatihi kendisi benim KDP’nin Avrupa sorumluluğunu almamı ve Kürdistan
için diplomasi faaliyetlerini yürütmemi istediğinde memnuniyetle kabul ettim.
Zaten biraz ilişkilerim vardı, bir şeyler yapmak istiyordum; dolayısı ile teklifi
kabul edip, tüm özel işlerimi bir yana bırakarak kendimi tamamen diplomasi
çalışmalarına verdim.

KDP’nin (Irak Kürdistan’ı Demokrat Partisi) Avrupa sorumlusu olarak
profesyonel siyasete başlıyorsunuz. Şimdi hâlâ diplomasi çalışmalarınız ve
ayrıca bilimsel birtakım çalışmalarınız var. Bu uzun maraton boyunca
hissettiğiniz önemli şeyler neydi ve şimdi ne gibi duygu ve umutlarla
yüklüsünüz?


60’lı yıllarda şartlar çok farklıydı. Kürdistan dünyaya kapalıydı. Avrupa da
Kürtlerin sayısı çok azdı; birkaç grup öğrenci vardık diyebilirim. Kürdistan’ın
en büyük parçasında da kıpırdama yoktu. İletişim çok zordu. Tabii ki her şeye
rağmen umutsuz değildik. Kürt halkında sönmeyen bir ışık vardı, şimdi ise
durum çok farklı. Halkımız oldukça modern, çağdaş ve ilerici bir öncülüğe
kavuşmuş. Uluslararası ilişkileri de iyi değerlendiren ve ona göre bir siyaset
çizerek emin adımlarla yürüyoruz. Güney Kürdistan bana büyük umut verirken
değişen başka bir olay. 1980’li yıllardan sonra Avrupa’da yüzbinlerce bir Kürt
diasporası oluştu. Kuzeyli Özgürlük hareketi ülke zemininde geliştirdiği
mücadelesiyle dışarıdaki Kürtleri birleştirdi. En önemlisi de bilinç verdi,
direnme kültürünü ve cesaretini verdi. Köleleştirilmiş ruh yapılarına kendine
güven duyan bir kişilik kazandırdı fakat bunlar yeterli değil; uluslararası
ittifaklarını doğru seçmelidir ve ulusal birliğe daha çok önem vermelidir.
Elbette bu çizgilerde daha çok yapılması gereken vardır. Her Kürt kendi payına
düşen neyse o çizgide yürümeli ve biraz daha yüklenmelidir ki çağa bir an
yetişip, dünya halkları arenasında yerimizi bir devlet olarak alalım. Bu ilerici
insanlığa ve Ortadoğu barışına da büyük katkı olur.
Ben KDP’nin Avrupa sorumluluğunu yaparken Avrupa basını Kürt sorununa
büyük ilgi duyuyordu. Yaptığım mülakatlar, verdiğim demeçler ve yazılara
geniş yer veriyorlardı. Ancak yaklaşım acıma duygusunu aşmıyordu. Acınacak
durumda olmak pozitif bir durum olmasa gerek. Şimdi durum farklı, yaklaşım
politiktir. Dostlarımız da belli düşmanlarımız da. Her şey çıkarlara dayalı. Zira
sorun oldukça ciddi boyutlarda. Güçlü olmadın mı yumuşak bir lokma gibi
yutulursun. Ben yutulup yok olduktan sonra da bana acıyan olsun istemem.
70’li yıllarda halkımız katledilirken Avrupa basını bize acıyordu da peki ya
sorunumuza çözüm mü arıyorlardı? KDP Güney Kürdistan’da silahlı bir
mücadele veriyordu. Irak’ın sınırları dahilinde çok büyük bedeller verildiği
halde talepler otonomiyi aşmıyordu fakat gene de destek bulamıyordu. Hal
böyle olunca sorun Irak’ın içişleriyle sınırlı kalıyordu ve Baas’ın katliamları
sürüyordu. Direngen bir halkımız var elbette özgürlüğüne muvaffak olacaktır.
Bir gece büyük bir peşmerge karargâhında kaldım. Çok sevdim onları, büyük
Kürdistan aşkı vardı onlarda. Kalabalık bir peşmerge grubu etrafımı sardı ve
beni soru yağmuruna tuttular. Sabaha kadar konuştuk. İlginç bir durumla
karşılaştım; önderlik koşulların zorunluluğundan olacak ki parti programı
başka, peşmerge ise farklı düşünüyordu. Peşmergeler bana kendilerine dünyayı
zindan eden Irak rejimi ile asla bir arada olmak istemediklerini, Kürdistan’ın
özgürleşmesi ve bağımsız olması gerektiğini ve bu uğurda savaştıklarını ve
savaşacaklarını söylüyorlardı. Parti ise otonomi istiyordu fakat gerçeğinde
otonomiyi ise bir ara geçiş olarak görüyorlardı, zaten maksat bağımsızlıktı.

Daha başka ne gibi sorular soruyorlardı size?

Örneğin “Zaferden sonra bağımsız ekonomiye sahip olacak mıyız? Kürdistan
pasaportumuz olacak mı? Bize ait kimlik ve Kürdistan bayrağı olacak mı?” diye
soruyorlardı, ben de bu temiz duygulara sahip peşmergelere bildiklerimi açık
bir şekilde anlatıyordum. ”Vallahi önderlik şimdilik otonomi istiyor fakat uzun
vadede hedef bağımsızlık, otonomide de bu istediklerinize bu kadar yer yok
fakat önemli haklar var.” diyordum. Demek istediğim; o dönem taban ve
savaşçılar önderliği bağımsızlığa teşvik ediyordu, fakat güçsüzdük, uluslararası
dayanaklar yoktu. Maalesef sonuç bir dönem yenilgiyle sonuçlandıysa da büyük
fedakârlıklar sergilendi ve yeniden bir toparlama oldu ve şimdi bağımsızlık
yolundalar ve zaten asıl hedef te bağımsızlıktı, yani devlet hakkına sahip
olmaktı.

Siz hiç Mustafa Barzani ile bu konuları konuştunuz mu?

Konuşmaz olur muyum? Ona defalarca söyledim. Bana, “Bağımsızlık olacak iş
değil, şimdi gücümüz buna yeterli değil fakat ileriki aşamada elbette devlet
olacağız.” dedi. Ta o dönem bağımsızlığı savunuyordum yazdığım kitapta bu
görüşlerim yer alıyor. Benim bu konuda fikirlerim netti otonomiye karşıydım.
Fakat bazen bölgesel konjonktür federasyon ya da otonomi istemenizi zorunlu
kılabilir. Türkiye için eğer şartlar gerektiriyorsa ilk etapta beraber eşit haklara
sahip olma temelinde beraber yaşanabilir elbette. Ama buna halk karar vermeli.
Yani eşitlikçi bir federasyonda olabilir elbette. Model bu olmazsa hak nerede?
Eşitlik nerede kalır? Kürtlerin ezici çoğunluğunun yaşadığı bölgelerde bir Kürt,
Türklerin yoğun yaşadığı bölgelerde ise bir Türk Cumhuriyeti kurularak ortak
bir devlet çatısı altında birleşilir. Karışık bölgelerde ise toplumların dil ve din
özgürlüğü sağlanır. Yüksekokullara kadar ana dilde eğitim hakkı sağlanır.
Ancak bu durumda halklar da birbirlerine saygı duyma zorunda kalır.
Demokratik bir devlet çatısı içerisinde Türk ve Kürt Cumhuriyeti bölgelerinde
yaşayan farklı etnik grupların dil ve kültür özgürlükleri verilir. Bu biçimiyle
sağlanan bir eşitlik ortamında toplumların birbirlerine olan saygısı artar. Tabii ki
bu bir modeldir, Kürd halkına uyar mı uymaz mı, Türkler buna hazır mı, değil
mi, bunlar birer tez. Zira federasyonla bile ırkçılık, egemen ulus tahakkümü ve
benzeri temel çelişkiler ortadan kalkmış olursa olur. Netice de Kürtler haklarını
zor olsa da alacak. Peki ya dökülen bunca kan, çekilen bunca acılar ne diye? Bu
federasyon modelini İran ve Irak için de söylüyorum. Bu modelleri biz
üretmiyoruz zaten dünyada varlar fakat Kürd halkının birleşik ve bağımsız
olması en tabii hakkıdır. Başka gezegenlerden de getirmedik. İsviçre, Belçika
gibi ülkeler federasyon için birer örnektir fakat koşulları farklı.

İKDP’nin Avrupa sorumlusuyken yaşadığınız ilginç anılarınız var
biliyoruz.


Evet epey enteresan anılarım var elbette. Baas rejimine karşı kıran kırana bir
savaş vardı, dünya basını bazen yazıyordu, desteğe ihtiyacımız vardı,
uluslararası çıkarlar bizden yana değildi; bunu bilen BAAS rejimi korkunç
katliamlar yapıyordu. Bir çalışma planı çıkardık, önce komünistlere ve
sosyalistlere gidip destek isteyecektik. Randevular aldık. İtalya Komünist ve
sosyalist partilerinden diplomatik destek istediğimizde ağız birliği etmişçesine
ve uluslararası dayanışma prensiplerini altüst eden cevaplar aldık. Dediler “Siz
otonomi istiyorsunuz, bizim size sunacağımız destek bir ülkenin içişlerine
karışmak olur, bağımsızlık isteseydiniz destek verirdik” dediler. Tabii ki bu bir
bahaneydi ve acıydı. Halbuki o dönemler direk bağımsızlık isteyecek gücümüz
de yoktu. İran KDP’si için birtakım diplomatik çalışmalarımız vardı. Şah’a
muhalif grup ve partilerle doğal müttefiktik ve dönemsel görüşmelerimiz
oluyordu. Paris’e gittiğimde muhalif Ayetullah Humeyni ile görüşüyorduk.
İlginçtir Kürt sorununda epey duyarlı gözüküyordu. Kürtlerin bu yaşamı hak
etmediklerini, iktidara gelirlerse ilk işlerinin Kürt halkının haklarını tanımak
olacağını kararlılıkla söylerdi. Gün geldi şartlar olgunlaştı, Şah’ın tahtı
sallanıyordu, Kürtlerde önemli bir muhalif güç olarak Şah’a karşıydılar tüm
muhalifler ülkede ayaklanıyordu, Humeyni Tahran’a indi trajiktir ancak ne
eylersin kısa bir süre sonra Kürt katliamı başladı. Ağlayıp sızladık, çaresi yoktu
on binlerce insanımız katledildi. Büyük bir trajedi yaşandı. Kürtler Humeyni ve
hareketine hiçbir kötülük yapmamıştı. Demek ki yüzyıllardır oluşan ırkçılık
beyinleri zehirlemişti. Bu sefer “Müslümanım” diyen katliamcıydı. Bazı İranlı
dostlar bu katliamın Humeyni’nin istekleri dışında olduğunu söyleyip bizi
manipüle etmeye çalıştılar. Dikkat edilirse hâlâ bazıları Dersim jenosidinin
Mustafa Kemal tarafından yapılmadığını söyleyenler aynı durumu çağrıştırıyor.
Sonuç olarak arkadaşlar Humeyni ile görüşmemi istediler. Ben’de randevu talep
ettim. Beni tanıdığı için olmalı ki hemen randevu verdi. Tahran’a indiğimde
içişlerinden beni karşılayıp direk Humeyni’nin kaldığı mekâna götürdüler. Bir
misafirhanede biraz dinlendikten sonra beni kaldığı genişçe bir odaya çağırdılar.
Sağ ve solda adamları oturuyordu. Benimle içeri girenler yere kadar çökerek
Humeyni’nin ellerinden öptüler. Bana çok ilkel gelmişti bu sahneler. Ben
sadece elini sıktım, fakat bu durumdan hoşnut olmadığını gördüm.
Düşünceliydi, tanıştığımız halde benimle göz göze gelmekten kaçınıyordu.
Sonra konuyu ben açtım, yaşananları ve Kürtlerin minimal taleplerini
sıraladıktan sonra Kürtlerin kültürel haklarını, barış ve huzur istediklerini
anlattım. Hoşnut olmadığı her halinden belliydi, sonra adamlarına kafasıyla bir
işaret verince adamları kulağıma eğilip buradan çıkmanız gerekiyor dediler ve
bende çıktım. Yani anlayacağınız herhangi bir partinin, rejimin Kürd politikası
farklı değildir. Bunların Kürdlere bakış açısı her yönlü imhadır.

Irak rejimi size karşı suikast girişiminde bulunmuştu, bu konuyu biraz
açmanızı isterim.


Evet, ben KDP’nin Avrupa’daki diplomasi sorumlusu iken ve diplomasi
çalışmalarını yürütürken bir gün Irak Baas katilleri evime kadar takip etmişler
beni. Kapı zilim çalındı, kapıyı açtığımda karşımdaydılar. Katil olduklarını
bilemezdim, görüşmek istediklerini söylediler fakat tedirgindiler, onlara
mutfakta kahve hazırlarken, tabancalarına sarılıp arkamdan kalleşçe kafama
kurşunlar sıkıp öldüğümü sanarak beni oracıkta kanlar içinde bırakıp, kaçıp
gitmişler. Kurşunları yanağımdan ve çenemden almıştım, ağır yaralıydım…
Acil tıbbi müdahale ile kurtuldum. Dediğim gibi bunlar her türden devlet
terörizmini ve barbarlığını yaparlar, mazlum halkın özgürlük savaşçılarına da
“terörist” derler. Son derece dikkatli davranmak ve tedbirli olmak gerekir.

1983’te Cigerxwin ve Yılmaz Güney’le Paris Kürt Enstitüsü’nü de
kurmuştunuz.


Evet, en başta kültürel ve akademik çalışmaları imkânlarımız dahilinde
kurumsallaştırmak istedik. Ancak Fransa’nın resmî bir kuruluşuna bağlı olduğu
için ve ayrıca sorumluluğuna getirdiğimiz arkadaşlar daha nesnel
davranabilirlerdi, tam istediğimiz gibi olmasa da önemli işler yaptılar,
yapıyorlar. Temennimiz bu tür kurumların yurtsever özle hareket etmeleri ve
daha da geliştirmeleridir. Halkımızın kan pahasına elde ettiği kazanımlara sahip
çıkılmaktan korkmamak gerek.
Son süreci ve gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yirmi yıl önce Kuzeyli Kürtlerle çok az bir ilişkim vardı. Doğrusu ciddi
kıpırdanmalar olmadığı için bizim de öyle bir ilgimiz olmadı. Sonraları
Avrupa’da Özgürlük Yolu’ndan bazı arkadaşlarla ilişkilerim oldu. Bu kitabımı
da tercüme ederek yayınladılar. Daha farklı aydınlarla ilişkilerim odu.
İncelemelerimin sonucu 1970’lerden sonra Kuzeybatı parçasının Kürdistan
kurtuluşu açısından önemini anlamıştık ama böyle hızlı gelişmelerin olacağına
inanmıyorduk. Birçok Kürt örgütün adını duymaya başlamıştık ki, 1980’de
sesler kesildi. Nihayet 84 yılında gerilla eylemleri başladı. Elbette istenilen
savaş değildi. Gerçeğinde hiçbir Kürd savaş istemez, fakat var olmanın başka
yolu bırakılmayınca ne eylersin! Hatırlanacaksa Berxwedan dergisine yazılar
yazıp, dayanışma içinde olmaya özen gösterdim. Çünkü o atılım çok önemliydi.
Ve her “yurtseverim” diyenin desteklenmesi gerekirdi. Kürd Hareketi’nin böyle
bir çıkışı çok önemliydi. En önemlisi de basit, intikamcı bir tepki değil,
düşüncede ve eylemde son derece modern ve uzun vadeli bir stratejiye sahip bir
hareket olmasıydı. Bu hareketin de yanlışları var ve olacak da ancak
yanlışlardan dönmesini de bilmek gerek. Eleştirilerimizde biz de yapıcı olmaya
özen göstermeliyiz. Sonuç olarak ulusal bilincin gelişmesinde ve örgütlenmede
çok şey değişti, gelişti. Bir zamanlar ciddiye alınmayan Kürtler Ortadoğu’da
ciddiye alınır ve müttefik olunacak güçler haline geldiler. Şöyle yakın
tarihimize bakınca bu gelişmenin halkımız için tarihsel gelişmeler olduğunu
söyleyebiliriz. Diplomaside tecrübesizlikler ve ulusal birlik sorunları var,
umarız bunları da aşarlar. Elbette yapılması gereken çok şey var daha ama
bence Kürtler için zor olanı başarılmıştır.

Bu sıralar neler yapıyorsunuz?

Sen fotoğrafçı arkadaşınla birlikte içeri girerken ben Kürt ansiklopedisi için
bana verilen çalışmayı yapıyordum. Kolay bir iş değil ancak başarmalıyız.

Bize ayırdığınız zaman için teşekkürler.

Gerçekten biz Kürtler için zaman çok önemli. Durmamalıyız, herkes biraz daha
yüklenmeli. Ben de çalışmalarınızda başarılar diliyorum.


Değişime karşı durmak yenilgidir
25 Şubat 2011
Prof. Dr. İsmet Şerif Vanlı ile Röportaj

Like this article?

Partager sur facebook
Share on Facebook
Partager sur twitter
Share on Twitter
Partager sur linkedin
Share on Linkdin
Partager sur pinterest
Share on Pinterest

Leave a comment

ronidere 2021©  All rights reserved